Doğada çok zaman geçiren biri olarak geçmiş yıllarda deneme fırsatım olmadığı için bir taraftan merak bir taraftan da ilgi duyduğum bir konuydu avcılık.
Avcılıkla uğraşan ne kadar dostum varsa “avcılık sadece bir spor değildir, aslında bir tutku, bir yaşam tarzı, bir mutluluk kaynağıdır…” minvalinden uzun ve tutkulu konuşmalarla avcılığı anlatırdı. Bir kere her şeyden önce uzun doğa yürüyüşleri demekti, insanların lüks diye dayattığı, suni yaşam alanından kaçma fırsatı demekti, e tabi biraz da yorgunluk ve meşakkati vardı ama o kadar da olsundu. Hayatta hiçbir güzelliğe zorluk olmadan erişilemezdi. Zaman içinde bu gibi anlatımları dinledikçe merakım artıyordu doğrusu. Doğa sporlarından keyif alan biri olarak yeni bir şeydi bu benim için. 2012 yılının yazında, zıpkın avı tutkunu bir grubun daveti ile ilk av tecrübemi yaşayacaktım.
“ İyi de neden bir canlının hayatına son veriyorsun?”
Sabah çok erken saatte, gün doğumunda, kendimizi tekneden Kaş’ın muhteşem sularına bıraktık. Daha evvel o bölgede dalışlar yaptığım için tanıdık mahallede yeni bir oyun oynuyor gibi hissediyordum. Suyun altını hep büyüleyici bulmuşumdur. Yeni doğan güneşin sabah hareketliliği içindeki balıkların üzerine vurması, tam bir görsel şölendi. Günün ilk ışıkları ile yeni güne avlanarak başlayan binlerce balık, bizim onları avlamak için orada olduğumuzdan habersiz hızla av arıyordu. Biz de gözümüze kestirdiğimizi avlamaya çalışıyorduk. Daha doğrusu ben av yapmaya çalışıyordum. Suya gireli yaklaşık 1 saat olmuştu, grubun diğer üyeleri bel iplerini 5’er 6’şar büyük balıkla doldurmuştu bile. Ben ise henüz zıpkının tetiğine bile basmamıştım. Onları öyle görünce gözüme bir grup balığı kestirdim, nişan alıp tetiğe bastım. Zıpkının fırlamasıyla balıkları sağa sola dağılması bir olmuştu. Ama bir balığı ‘avlamayı’ başarmıştım. İpe bağlı zıpkını ganimetimle birlikte heyecanla çekmeye başladım. İpin sonuna ulaşıp vurduğum o küçücük balığı elime alınca, işte o an, o pembe mutluluk bulutum dağıldı. Dağılırken beni de dağıttı. İlk başta sormam gereken, ama her nasılsa kendime sormayı atladığım soru kafamın içinde bir atom bombası gibi patladı. Suyun altında avuçlarımda küçücük bir balık ölüsü varken sordum o soruyu kendime: “ İyi de neden bir canlının hayatına son veriyorsun?”
“biz onları yiyoruz, doğanın kanunu bu”
Hayatta her şeyin nedenine odaklanmakla övünen biri olarak, kendime bunu sormamış olmama yıllar sonra hâlâ inanamıyorum. Yanlış anlaşılmasın, vejetaryen değilim. Eti de, balığı da bayıla bayıla yerim. Sudan çıkıp bunu anlattığımda, avla uğraşan çoğu insan gibi arkadaşlarım da “biz onları yiyoruz, doğanın kanunu bu” gibi açıklamalar yaptılar hararetle. Doğru, doğada bir besin piramidi var, her canlı başka bir canlıyı tüketerek hayatta kalıyor. Tamam da, acaba bu gerçekten avcılık için de öyle mi? Ben biraz bu konu üzerine kafa yorunca kendi adıma şu sonuca vardım: O hayvanları yemek için öldürmenin pek de yanlış tarafı yok ama asıl soru, yemek için mi öldürüyorsun, yoksa öldürdüğün için mi yiyorsun? Bu ikisinin arasında çok ama çok büyük bir fark var. Bir aslan mesela, o da avlanıyor aynı bizim gibi diyenler çıkar mutlaka. Siz hiç zevk aldığı için on tane ceylan avlayıp komşularına dağıtan bir aslan gördünüz mü? Eğer öldürdüğün için yiyorsan aslında sadece içindeki öldürme duygusunu tatmin etmiş oluyorsun. Sonra da suçluluk duygusunu bastırmak için yiyorsun öldürdüğün hayvanı. Delilleri yok edip içini rahatlatıyorsun yani.
Spor, sözlük anlamıyla; belli kurallara ve tekniklere uyularak yapılan, bedensel gelişmeye yararlı, eğlenmek ve yarışmak amacı da bulunan beden hareketlerinin tümünün ortak adı.
Buradan bakınca bir canlının ölümü bedensel gelişime hizmet edemeyeceğine göre geriye eğlence kalıyor. Avcılık bir spor mudur? Tartışmasına girmem ama kesin emin olduğum şey ‘yaşam hakkının kutsallığı’. Acaba avcılık yapanlar duydukları coşku, tutku ya da mutluluk, adı her neyse o duygularının, bunu bir can aldıkları için hissettiklerinin farkındalar mı? Umarım bunu düşünür ve hissederler bir gün.
“Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz.” Gandhi
Sevgiyle kalın.